Bir varmış, bir yokmuş… Çok ama çok eski zamanlar da yüksek, ulu bir dağın etekleri, mutlu mesut yaşayan insanlarla dolu birkaç köy ve her daim hareketli güzel bir ormana ev sahipliği yapıyormuş. Burada herkes huzur içinde keyifle yaşamını sürdürürken bir gün çok büyük bir gürültü kopmuş.

Dağın derinliklerinden gelen bu sesi önce ormandaki hayvanlar duymuş. “Bu da ne oluyor?!” diye haykırmış tavşan. “Dünya mı yıkılıyor?!” demiş fil. Herkes çok korkmuş! Ulu dağdan gelen sesler devam ediyormuş. Kurt, aslan, maymun, hatta yılan bile toplanmış dağın etrafında. Herkes merak etmiş olanları… Dağ neden böyle sesler çıkarıyormuş?

“Belki bir hazine çıkacak!” demiş Kaplumbağa, yavaşça dağa yaklaşırken. “Ya da belki bir ejderha!” demiş kurt, tüyleri diken diken olmuş. “Hayır, belki de yeni bir orman doğuyor!” demiş baykuş, çok bilmiş bir şekilde.

Derken dağ hafifçe sarsılmış. Dağın eteklerinde yaşayan köylüler sarsıntıyı hissetmişler. Önce zelzele zannetmişler, sonra seslerin dağdan geldiğini anlamışlar. Ses o kadar yüksekmiş ki, herkes bu sesin ne olduğunu merak ediyormuş. Herkes dağın çevresinde toplanmış.

Köy halkı, çiftçiler, hayvanlar ve hatta kuşlar bile sese doğru akın etmiş. Dağ sallanıyor, gümbürdüyor, patırdıyor! Üzerindeki toprak parçaları patır patır çatlıyormuş.

Köyün muhtarı sakallarını sıvazlamış  “O kadar çok ses çıktı ki, dağ kesin ikiye ayrılacak ve içinden bir dağ daha çıkacak” demiş. Çiftçi kadın, “Bence dağın altından devasa bir şehir çıkacak.” demiş. Dağdan gelen sesler git gide yükseliyormuş.  Küçük köylü kız “Dağ kesin doğuracak, belki de Paris’ten bile büyük olacak!” diye bağırmış.

Kuşlar uzak bir ağacın tepesinden olan biteni izliyormuş. Tavşanlar ve köstebekler korkudan yuvalarına giremez olmuş. Köylüler gözlerini kırpmadan dağa bakıyormuş. Herkes sabırsızlıkla beklemeye başlamış. Dağdan gelen sesler, herkesin içini titretiyormuş. Birden kulakları sağır edecek bir ses duyulmuş. Booom! Kocaman da ikiye ayrılıvermiş. Herkes dağın içinden ne çıkacağını merak etmiş ve kafalarını iyice uzatmışlar. Büyük bir sessizlik olmuş. Kısa bir süre sonra minik bir farenin kulakları görünmüş önce, sonra da kendisi… Gerçekten çok minik ve  şirinmiş.

 

Herkes birbirine bakakalmış. Büyük bir hüsran yaşanıyormuş. “Bu kadar ses, bu kadar korku, sadece mini minnacık bir fare için miydi?” demiş aslan, gülmeye başlayarak. “Tüh! Ben daha heyecanlı bir şey bekliyordum!” demiş maymun.

İnsanlar da şaşkınlıkları gizleyememişler, küçük köylü kızın kardeşi, “Ah!” demiş. “Bir de Paris kadar büyük bir şehir bekliyordun. Kocaman dağ doğura doğura mini mini bir fare doğurdu.” diyerek dalga geçmiş kardeşiyle.

Ve “Fare doğuran dağ” masalı da burada bitmiş.

Herkesin büyük beklentileri suya düşmüş.

Bu masal, bazen büyük yankı uyandırsa da bazı olayların ardından küçük ve basit sürprizler olabileceğini bize hatırlatır.

Önemli gibi görünen veya büyük beklentilere yol açan şeylerin sonunda bazen basit ve önemsiz sonuçlar ortaya çıkar. Bu masal, hem hayatın genel karmaşıklığına hem de beklentilerin ve gerçeklerin çoğu zaman nasıl örtüşmediğine dair güçlü bir ders verir.

Fransız şair ve yazar Jean de La Fontaine’nin ilk kez 1668’de yayınlanan La Fontaine Masalları’nın ilk koleksiyonunda yer alan V. Kitabının onuncu masalı olan “Doğuran Dağ” günümüzde sıklıkla kullanılan “Dağ fare doğurdu” deyiminin kaynağı olan oldukça etkileyici ilginç bir fabl’dır.

Her yaştan kişinin keyifle okuyacağı ve kendisine farklı anlamlar çıkarabileceğini bu basit ve derin masalın Masallarla Büyü farkıyla yazılmış bu varyasyonunu umarım beğenmişsinizdir.