Çok ama çok eski zamanlarda, milyonlarca yıl önce, bu güzel dünyamızda dev dinozorlar yaşarmış. Uçabilenleri, yüzebilenleri, sadece et yiyerek beslenenleri ve sadece ot yiyerek beslenenleri gibi bir sürü çeşitleri varmış. 

Kimileri çok sevimli, kimileri çok ürkütücü ve korkunçmuş. Bir gün de sadece onların hikayesini anlatırım sizlere. Ancak öyle bir şey olmuş ki o çok eski zamanlarda dünyamız çok ama çok soğumuş. Her yer kar ve buz olmuş, ve dinozorlar bu karlarla, buzlarla kaplı dünyamızda yaşayamaz olmuşlar. Sonunda tek bir canlı kalmamış dünyamızda.

Bu olayın üstünden milyonlarca yıl geçmiş, ve güneşimiz dünyamızı yeniden ısıtmaya başlamış. Karlar, buzlar erimiş, ve yeryüzü yemyeşil ağaçlar, bitkiler ve çimlerle kaplanmış. İşte o günlerden bu günlere dünyamızda milyonlarca çeşitlilikte canlılar yaşamaya başlamışlar: havada uçanlar, denizlerde, okyanuslarda yüzenler, karada yaşayanlar… Renk renk, boy boy, çeşit çeşit…

Biz insanlar da karada yaşayan canlılar olarak bu güzel dünyadaki yerimizi almışız. Ancak insanların diğer canlılardan farklı olarak zekaları varmış. İşte tam da bu yüzden biz insanları akıllı hayvanlar olarak tanımlayan bilim insanları olmuş. Akıllı, zeka sahibi insanlar milyonlarca yıl boyunca adım adım gelişmişler ve yeni yeni buluşlar yaparak bu günlere kadar gelmişler. Bu yeni çağa bilim çağı denmiş. İnsanlar, bu yeni çağda masmavi gökyüzünde bembeyaz bulutların arasında kuşlar gibi uçabildikleri uçaklar yapmışlar. Çok ama çok derin ve uçsuz bucaksız okyanuslarda, denizlerde büyük dalgaların içinde balıklar gibi yüzebilen gemiler ve denizaltılar yapmışlar.

Geceleri gökyüzünde izlediğimiz milyarlarca yıldızın ve galaksinin fotoğraflarını çekebilen dev teleskoplar yapmışlar. Gözlerimizle göremediğimiz çok küçük mikropları, bakterileri ve virüsleri görebilmemizi sağlayan mikroskoplar yapılmış.

Neler neler yapmamışlar ki!

Öyle ki, Aydede’ye kadar gidebilen füzeler yapılmış.

En güzeliyse, sadece uçaklarla, gemilerle gidebileceğimiz çok uzak denizaşırı kıtalarda yaşayanlarla konuşabileceğimiz hatta onları görüntülü olarak görebildiğimiz telefonlar yapılmış. Bu telefonlar elimize alabildiğimiz, cebimizde taşıyabileceğimiz kadar küçüklermiş. Öyle şeyler olmuş ki, tüm çocuklar masallarını ve çizgi filmlerini bu küçük cep telefonlarından izler ve dinler olmuşlar, tam da şu an sizin yaptığınız gibi. 

MASAL’IN MASALLARI BAŞLIYOR: 4 YAŞINDA BİR KIZIN SERÜVENLERİ

İşte sevgili çocuklar, bu çok yeni olan bilim ve teknoloji çağında çok büyük bir şehirde, çok ama çok şirin, minik bir kız yaşıyormuş. Bu küçük kızın adı Masal’mış. Masal, anneannesinden, dedesinden, babaannesinden masallar dinlemeyi çok seviyormuş. Onlar masala “Bu zamanlarda olmayan, çok ama çok eski zamanlarda” diyerek başlayan fantastik masallar anlatırlarmış. Kralların, kraliçelerin, prenslerin, prenseslerin, şehzadelerin, padişahların, devlerin, cücelerin, perilerin olduğu masallarmış bunlar.

Babası ve annesi de Masal’a öyküler anlatırlarmış. Onların anlattığı öykülerse gerçek, yaşadıkları dünyaya ait hikayelermiş. Masal bu öyküleri de çok severmiş. Her dinlediği öyküde yeni bir şeyler öğrenirmiş. Sürekli sorular sormadan duramıyor ve yeni yeni bilgiler öğrenmeyi çok seviyormuş. 

Henüz okula gitmediği için tüm sorularını anne ve babasına soruyormuş. Annesi de ona çok yorgun olduğu zamanlarda, “Bunları da okula gittiğin zaman öğrenirsin” diyormuş. Ancak Masal sabırsız bir çocukmuş. Henüz sabırlı olmayı öğrenmediği için bir an önce büyümek ve okula gitmek istiyormuş. Sürekli okula gideceği günlerin hayalini kurup çok heyecanlanıyormuş.

Bir başka hayali daha varmış Masal’ın. Bir kardeşi olsun istiyor ve onunla oynayacağı oyunların hayalini kuruyormuş. Hatta düşlerine bile giriyormuş bu hayali. Masal’ın hayalleri hiç bitmezmiş. Hayal kurmak, onun küçük dünyasına ışıltılar ve pırıltılar katarak aydınlatıyormuş. Binlerce yıldız düşer, düşlerine hayal kurduğu günlerde. Çok sevdiği hayallerinden bir diğeri ise hayvan dostlarıyla konuşabilmek, onların söylediklerini anlayabilmekmiş. Aslında Masal, onlarla konuşarak iletişim kurmaya çalışıyormuş, ama ne söylemek istediklerini anlayamıyormuş, doğal olarak.

Bir köpeği, bir kedisi olsun istiyormuş, ama özellikle bir de bir kuşu olsun istiyormuş. Çünkü kuşlar gibi uçabilmeyi hayal ediyormuş. Binlerce kuşun yaşadığı ormana uçarak gitmek, onlarla arkadaşlık etmek ne güzel olurdu diye düşünüyordu.

Hayal kurmak çok güzeldir. Hepimiz bir sürü hayaller kurarız, Masal gibi. Bazı hayallerimiz gerçekleşir, bazılarıysa güzel bir hayal olarak kalır. Bakalım, Masal’ın hayalleri gerçekleşebilecekler mi? Sizler de hayaller kurmalısınız, sevgili çocuklar, ve asla hayaller kurmaktan vazgeçmemelisiniz. Çünkü gerçek yaşamda her şey hayallerle başlar.

MASALIN MASAL EVİ 

Her canlının içinde barındığı, yaşadığı bir yuvası vardır. Kuşların, arıların, tavşanların, kurtların, ayıların, karıncaların ve daha bir sürü canlının. Masal da yaşadıkları evi çok seviyordu. Evleri, iki katlı, bahçeli, pembe panjurları olan çok şirin bir evdi. Bu ev, babaannesiyle dedesinin eviydi. Onlar emekli olduktan sonra “bu büyük şehirde” yaşamak istememişler ve Kaz Dağları’nın eteğinde, deniz kenarında bahçeli bir eve taşınmışlardı.

Masal, evlerinin bahçesini çok seviyordu. Bahçelerinde bir sürü ağaç vardı. Masal onların hepsinin ne ağacı olduğunu öğrenmişti: Kayısı ağacı, erik ağacı, nar ağacı, mandalin ve limon ağacı, elma ağacı, armut ağacı, kiraz ağacı, ayva ağacı… Arkada en köşede bir de zeytin ağacı vardı. Dedesi, “en çok” bu ağacı seviyordu. Onların çiçek açtıkları zamanı da görmüştü Masal. Öyle güzel oluyorlardı ki bakmaya doyamıyordu.

Nar ağacının çiçeği, Masal’ın özellikle dikkatini çekmişti. Aslında hepsi ayrı ayrı ve çok çok güzellerdi. Ön bahçede, tam ortada salkım söğüt ağacı vardı ve dalları yerlere kadar uzanıyordu. Salkım söğüt ağacının tam altında küçük bir havuz vardı. Bu havuzun tam ortasında da muhteşem bir su fıskiyesi bulunuyordu.

Bu fıskiye suyu yukarıya doğru fırlatıyor, sular yerlere düşerken pırıltılar saçıyordu. Fıskiyenin biraz altında, tepsi şeklinde bir alan vardı ve akan sular önce burada birikiyor, sonra taşarak havuza akıyordu. Suyun biriktiği bu alana kuşlar gelip konuyorlar, kah su içiyorlar kah içine girip yıkanıyorlardı.

Masal bahçede gezinmeye ve onları seyretmeye bayılıyordu.

Bu bahçe, Masal için inanılmaz zengin bir oyun alanıydı. Her gün yeni bir canlıyla karşılaşabiliyordu bahçelerinde. Çalışkan kıpır kıpır karıncalar, siyah benekleri olan kırmızı uğur böcekleri, rengarenk kelebekler, arılar, minik tırtıllar, ağır ağır etrafta gezinen salyangozlar, birbirinden güzel kuşlar… Kaplumbağa ve kirpi hatta gelmişti bahçelerine. Ve bir de renk renk çiçekler vardı tabii ki. 

MASALIN HAYALLERİ: Masal sabretmeyi nasıl öğrendi?

Masal, babasıyla annesinden bir köpek, bir kedi ve bir de kuş istiyordu. Ama annesi kuşu kafese kapatmanın doğru olmadığını anlatmıştı ona. Masal da hak verdi annesine çünkü gökyüzünde özgürce uçabilen bir kuşu kafese kapatmak gerçekten büyük bir haksızlıktı. Masal o zaman bir köpek sahibi olmanın daha güzel olabileceğini düşündü ve o akşam yemeğinde annesiyle babasına “Bir köpek sahibi olmak istediğini” söyledi. Annesi, “Eğer yuva arayan yavru bir köpek bulurlarsak sahiplenebiliriz” dedi. Bunun üzerine babası, Masal’ın 3 ay sonraki doğum gününe kadar bir köpek bulabileceklerini söyledi.

Masal sevinçten havalara uçmuştu. 3 ay sonra bir hayali gerçekleşecekti. Ama bu üç ay nasıl bir zamandı, ne kadar süre beklemesi gerekiyordu. Masal her gün annesine “Kaç gün kaldı?” diye soruyordu. Annesi de “Üç ay sonra” diyordu. Masal bir günü biliyordu, ama ayın nasıl bir zaman olduğunu henüz bilemiyordu. Nasıl geçeceğini de bilemiyordu.

Bir sürü sorularla doluyordu minik beyni. Annesi ona “Sabırlı olmalısın, yavrum” demişti.
Niçin beklemek zorundaydı? Niçin babası hemen getirmiyordu yavru köpeğini? Sonunda dayanamayıp babasına sordu. “Niçin hemen alamıyoruz köpeğimi, babacığım?”

Babası, yuva arayan yavru bir köpek bulabilmek için sabırlı davranması gerektiğini söyledi. “Bazen bazı isteklerimizin gerçekleşebilmesi için sabırlı olmayı öğrenmemiz gerektiğini anlattı. Bu nedenle doğum gününe kadar beklemeliyiz.” dedi. Masal, babasını dikkatle dinlemişti ve sabırla doğum gününü beklemeye başladı.

Bu arada köpeğine bir isim bulmalıydı. Ne olmalıydı acaba? İlk önce “Pamuk” olsun diye düşündü, ama ya rengi beyaz değilse dedi kendi kendine… Her gün yeni bir isim buluyor, sonra da vazgeçiyordu, bulduğu ismi beğenmiyordu.

Bir gün babası işten eve geldiğinde, yanında bir sürü tahta getirdi ve onları bahçeye taşıdı. Masal’a seslendi: “Masal, gelip bana yardım etmelisin. Köpeğin için bir kulübe yapacağız birlikte.” dedi. Masal çok sevindi ve koşarak babasının kollarına atıldı. Sevgiyle babasına sarıldı. Kulübeyi bahçenin neresine yapacaklarına babasıyla birlikte karar verdiler.

Ertesi gün hafta sonu tatiliydi. Babasıyla birlikte erkenden uyandılar ve tüm gün birlikte çalıştılar. Kulübeyi yaptıktan sonra sıra boyama işine gelmişti. Her tahtayı ayrı bir renge boyadılar. Sarı, kırmızı, beyaz, yeşil, mavi, turuncu, gökkuşağının tüm renkleri vardı…

Masal kulübeyi çok beğenmişti ve çok mutluydu. Offff, bir de şu doğum günü bir an önce gelseydi. Daha ne kadar bekleyecekti? Yine sabırsızlanmaya başlamıştı. Üstelik köpeğine bir isim bile bulamamıştı hala…

Annesine, “Annecim, köpeğime bir türlü isim bulamıyorum” dedi. Annesi, “Masalcığım, köpeğin geldiğinde, onu gördüğün zaman, mutlaka bir isim bulacaksın… İnan bana” dedi.

O gün hep birlikte markete alışverişe gittiler. Marketten köpeği için çok güzel bir tasma, bir mama kabı, bir de su kabı aldılar. Tasma da isim yazdırılacak bir yer vardı ama yazdıramadılar çünkü henüz Masal’ın köpeğinin bir ismi yoktu. Masal, köpeği geldikten sonra ona isim bulmaya karar vermişti.

Masal günlerini güzel bahçelerinde oyunlar oynayarak geçiriyor ve bir yandan da sabırla doğum gününün gelmesini bekliyordu. Babası ve annesi ona “Sabırlı olmak çok güzel bir özelliktir” demişlerdi. Masal da yavru köpeğin ona gelmesini beklerken günleri sayıyor ve sabırlı olmayı öğreniyordu.

Masal’ın Serüvenleri 2. bölüme buradan ulaşabilirsiniz.